4 Temmuz 2013 Perşembe

TÜRKİYE FELSEFECİLERİ DİRENİŞE DESTEK VERİYOR !

Türkiye son dönemde tarihsel önemi olan bir kırılma yaşamaktadır. Gezi Parkı’nın savunulmasıyla başlayıp tüm yurda yayılan toplumsal haraketlilik, bu ülkede felsefeyle uğraşanları da sorumluluk üstlenmeye davet etmektedir. Ülkemiz kendi içinde oldukça farklı toplumsal katmanlar ve kimlikler barındırmaktadır. Bu farklılıkların her birinin, diğerlerinin yaşam hakkını engellemeden var olabilmesine imkan sağlamak ülkemize ve insanlığa karşı borcumuzdur. Bu farklılıkların kendilerini ifade edebilecekleri özgürlük ortamının sağlanması bu anlamda adaletin de olmazsa olmaz koşuludur. Adalet ise toplumsal barışın temelidir. Adalete ancak tüm farklı kesimlerin eşitlik temelinde aktif katılım ve rızasıyla ulaşılabileceği aşikardır. Bugün ülkemizdeki en can alıcı sorun farklı kesimlerin kendilerini ilgilendiren kararların oluşum süreçlerinden önemli oranda dışlanmış olmalarıdır. Adaletsiz yasalara dayalı olarak elde edilen iktidar gücü, sonucunda yine adaletsiz olarak uygulanır olmuş, öyle ki başkalarının yaşamına keyfi müdahalede bulunma yetkisi olarak algılanır hale gelmiştir. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri Gezi Parkı bağlamında ortaya çıkmıştır. Kent sakinlerinin görüşü bir yana, yerel otorite bile yok sayılarak despotik bir biçimde “biz karar verdik, bu parka bu bina yapılacak” denmiş olması karar sürecinin otoriter ve dışlayıcı niteliğini tek başına gözler önüne sermeye yetmiştir. Bugün yurtta; parklar alışveriş merkezine, rant hesaplarına; kamusal alanlar, özel mülkiyetin dışlayıcılığına, ayrıştırıcılığına kurban edilmektedir. Üstelik bu süreçler tüm hak sahipleri dışlanarak yürütülmektedir. Sadece Gezi Parkı değil, İstanbul’un silüeti, Karadeniz’in dereleri, metropollerin yoksul semtleri, Akdeniz’in kıyıları talan edilmekte, Hasankeyf’teki tarih yine rant uğruna sulara gömülmek istenmektedir. En son Reyhanli’da gördüğümüz gibi, yönetenler bu gücü onlara vermiş olanlara hesap vermeye gerek bile duymamaktadır. Gezi’deki çığlığın tüm yurda yayılması bundandır, bu nedenle “Her yer Taksim Her Yer Direniş” sesleriyle çınlamaktadır ülke. Ülke bir parktır artık, farklılıkları, çeşitlilikleri, renkleri ile. Bu farklılık, renklilik parkın güzelliğidir. Bu güzelliğin nasıl olacağı, nasıl değişip dönüşeceği muktedirlerin kararlarıyla değil, parkı çeşitlendiren, güzelleştiren insanların aktif katılımlarıyla belirlenmelidir. Kentlerine sahip çıkan insanlara karşı düşmanca yapılan sabah baskını ve sonrasında tüm yurtta polisin gösterdiği her türden şiddet, yine tüm bu süreçte medyanın düştüğü durum despotizmin boyutunu ve sistematik yapısını göstermektedir. Bu anlamda Gezi Parkı süreci ülkemiz yönetim yapısının bir durum tespiti olmuştur. Pandoranın kutusu Gezi Parkı’nda açılmış, demokrasimizin adeta bir röntgeni çekilmiştir. Bugün artık, sözün gerçek sahipleri, sessiz değildir! Felsefe insana yeni düşünme yolları açmak için kavramlar yaratır, dolaşımdaki kavramların öyküsünü anlatır, yeni öyküler yazar. Bugün Türkiye’de insanlar, kavramları değiştiriyor, dönüştürüyor, gerçek kılıyorlar. Bu yaşanan süreçte, birçok felsefeci de alanlarda, insanın ve farklı türlerin haklarına saygılı, anti-militarist bir tutumla, cinsiyetçi ve homofobik söylemden uzak bir şekilde direnmekte, barışçı taleplerini dile getirmektedir. Felsefeciler egemen güçlerin otoriter ve insanları homojenleştirmeye yönelik bir tavırla öykülerinden kopardığı, dar tanımlamalara hapsettiği kavramların da özgürleşmesi için mücadele etmektedir. Bizler, bu amaçla meydanlarda değişip dönüşen kavramların öykülerini yeniden yazmayı, yeni düşünme ve eyleme şekillerinin zorunlu kıldığı yeni kavramları araştırmayı kendimize borç biliyoruz. Bugün ülkenin meydanlarında sürdürülen direniş toplumsal bir direniş olduğu kadar felsefi bir direniştir de!